Gülmek Barbarlıktır

Gülmek Barbarlıktır



not: Uygarlık Tarihi dersi için yazılmıştır.
Norbert Elias “Uygarlık Süreci” adlı kitabında uygarlık kavramının; Batılı özbilinci ya da ulusal bilinci ifade etmek için kullanıldığını söyler. “Batılı toplumlar bu kavramla kendilerine ait özellikleri ve övündükleri şeyleri ifade etmeye çalışırlar.” [1] Uygar olma, insanın toplum içerisinde aşırı olandan uzak durması, kurallara uyması, duygularını, isteklerini engelleyebilmesi anlamına geliyor. Otobüs de yüksek sesle veya bağırarak şarkı söyleyemezsiniz, lüks bir restaurantta elinizle yemek yiyemezsiniz, işe giderken günlük traşınızı olmanız gerekmektedir. Bunlar hep uygar bir insan olma yolunda karşınıza çıkan engellerdir. Medenileşme süreci bedenleri rasyonalize ettiği ölçüde kişiler bedenleri üzerinde daha fazla kontrol kapasitesine sahip olmakta, aynı zamanda bedenlerini kontrol etmeleri için daha fazla toplumsal baskı ile karşı karşıya kalmaktadırlar.[2] Bedenin bu şekilde belli normlara girmesi onu daha güvenli yaptığı ölçüde, yaşamı tekdüzeleştirip, heyecansız hale getirmektedir.
Ortaçağ’da resmi bayramlar ve karnavallara baktığımız da bedenin normlara uyan ve uymayanlar olarak ayrıldığını görebiliriz. Ortaçağın resmi bayramları eskiden olan şeyleri anmak, kutlamak için olan bayramlardandı. Ortaçağın resmi bayramı durağan olan, değişmez olan, daimi olan her şeyi bir daha teyit ederdi,: Var olan hiyerarşiyi, geçerli olan dinsel, siyasi, ahlâki değerleri, normları, yasakları.[3] Resmi bayramların aksine, karnavallar insanların özgürleştikleri yerlerdi. Burada herkes eşitti. Resmiyet yoktu. Gülmek serbestti. Karnavallar da resmi olan her şey ile alay edilebilirdi. Karnavalın kendine özgü konuşma ve davranış biçimleri vardı. Fakat karnavalın bu gülen havası kilise tarafından hoş karşılanmamaktaydı; “Gülme cennetle alay etmek demekti.”[4] Çünkü cennetin fani dünyada da yaşanabileceğini ima ediyordu. Gülmeye insanın ruhunu yaralayan, olmaması gereken iğrenç kötü bir alışkanlık olarak bakılıyordu. ( Sanders, 2006; 160)
Karnavalın bu kendine has havası kiliseye, devlete karşı bir karşı çıkış olarak algılanıyordu. Zaman içerisinde devlet bu karnavalların içerisine nüfuz etmeye başladı. Bir yandan devlet şenlikli hayata tecavüz edip onu resmi bir geçide dönüştürmüştü; öte yandan bu şenlikler kapalı kapılar ardından yapılır olmuş, ailenin mahrem hayatının bir parçası haline gelmişti. Önceden Pazar meydanına tanınan ayrıcalıklar, artık yavaş yavaş sınırlanmaktaydı. (Bahtin, 2005; 61) Bu tür yapılan girişimler aslında uygarlık yolunda atılan adımlar olarak nitelendirilebilir. Batı kendisini diğerlerinden üstün görüyordu ve uygar olmak Batı için oturup kalkmasını bilmek, icat etmek, eğitimli olmak v.s. gibi anlamlar içeriyordu. Uygar beden topluma adapte olabilmiş, akılcı, bireyselleşebilmiş bir beden demekti. “Bedenlerin bireyselleşmesi ile kişiler kendilerini diğerlerinden ayrı ve farklı varlıklar olarak algılamaya başlarlar. Bedenler arasında mesafe yaratılmaya başlanıp, insan teni artık utanç kaynağı haline dönüşür.”[5] Uygar beden kültüre geçmiş bir bedendir. Hayvanın doğal dünyasına özgü davranışlardan arınmıştır. Uygar olamayan bir insan, barbardır. Uygarlık demek, Batılılaşma demektir. Uygar olmanın yazılı bir kitabı yoktur elbette ama yine de uygar bir insanı tanımlarken onun eğitimli, maddi durumu yerinde, şehirli, avrupai bir yaşam tarzına sahip olmasına dikkat edilir.
Arus Yumul’un makalesinde ki “Beyaz” ve “Siyah” Türkler arasında yapılan ayrım aslında bahsettiğimiz Uygar ve Barbar kavramlarını karşılar niteliktedir. Beyaz Türk, uygar olandır. Yumul, Bourdieu’nun sermaye kavramlarına da değiniyor. Beyaz Türk olmak için Kültürel ve Sembolik Sermayenin yeterli olmadığını bunun yanında Fiziksel Sermaye’nin de gerekli olduğuna dikkat çekiyor. Burada fiziksel olarak karşımıza doğrudan bir veri çıkmıyor. Ama şöyle bir kaç sene öncesine dönmemiz gerekirse, gazetelerde, dergilerde çıkan haberler, erkeklerin metroseksüel, überseksüel olanından bahsedip duruyorlardı. Hangi sanatçı metroseksüel diye haberler dönüp duruyordu. Bunların çoğu unutuldu. Bir başka tartışılabilecek durum ise “Beyaz” ve “Siyah” Türk kavramları erkek üzerinden tanımlanıyor. Kadından hiç söz edilmiyor. Erkek Batılı anlamda uygar olmayı seçip-seçmeme özgürlüğüne sahipken, kadın için bunu söylemek pek mümkün görünmüyor. Öyle görünüyor ki kadın ezilen konumuna sokuluyor. “Siyah” Türk olmak doğululukla özdeştiriliyor Türkiye’de. “Siyah” Türk’ü Barbar olanla, “Beyaz” Türk’ü de Uygar olan ile eşleştiriyorsak eğer bu görüşe 2010 yılına geldiğimizde katılmak pek mümkün olmayacaktır. Elbette Türkiye’de ki G.doğu ve Doğu Anadolu bölgeleri eğitim, şehirleşme, yaşam tarzı bağlamında geri kalmış ya da Avrupai standartlardan uzak görünse de bu kadar kolay Barbarlıkla özdeşleştiremeyiz artık Doğu olanı. Çünkü Doğu demek otantik olan demektir, tarihsel olan demektir, kültürel olan demektir de bir yandan. Dünya bunun farkına varmış durumdadır artık. Uygar olmak tamamen bireylere indirgenmiş, onların özüne has şeylerdir aslında. Her ne kadar Türkiye’de Doğu ile özdeşleştirilen, taşlı, sopalı eylemler, stadlardaki şiddet görüntüleri Uygar olmayan davranışlar olarak ele alınsada bunun Uygar olmak ile tamamen bambaşka bir mesele olduğunu söyleyebiliriz.
Kısaca yazıyı toparlamak gerekirse Uygarlık batının kendine has sandığı bir şey değildir. Ama Uygar olma, Batılı olmak ile özdeşleştirilmiştir. Uygar insan, ortaçağdaki o karnavalların insanı değil, resmi bayramların insanıdır. Yere çöp atmayan, nezaket kurallarını bilen insandır. Karnavallar gülmek, eğlenmek içindir. Gülmek ve eğlenmek ise Tanrıya hakaret demektir. Fani dünya ağlama yeridir. Burada gülemeyiz. Cennete gittiğimizde gülmeliyizdir. Gülme egemen olana baş kaldırmadır da. Onu eleştirmek demektir. Bu yüzden şunu söyleyebiliriz sanırım. Egemen olan kendisini Uygar olarak tanımlamaktadır. Batı dünyaya hakimdir ve kendisini de uygar olarak nitelendirir. Kendinden olmayan bütün ötekileri ya kendi gibi yapmaya çalışır yada onları Barbar olarak niteler.

[1] Norbert Elias, “Uygarlık” ve “Kültür” Kavramlarının Sosyo-Oluşumu Üzerine, Uygarlık Süreci, İletişim Yayınları 2001, sf. 73
[2] Yumul, Arus, “Bitmemiş Bir Proje Olarak Beden”, Toplum ve Bilim Dergisi, Bahar 2000-sayı 84 sf. 38
[3] Bahtin, Mihail. Rabelais ve Dünyası, Çev. Çiçek Öztek, İstanbul: Ayrıntı Yayınları, 2005, sf. 36
[4] Sanders, Barry. Kahkahanın Zaferi: Yıkıcı Tarih Olarak Gülme, İstanbul, Ayrıntı Yayınları, 2006, sf. 155
[5] Yumul, Arus. A.g.e. sf: 38


Yorumlar